Dolunay May
Dijital mecralar ile birlikte sinemalar kan kaybetmeye devam ederken, sinemanın formatı sosyal medya platformlarının içeriklerine uygun bir biçimde kökünden değişmeye başladı.
Salonlarda seyirciyle buluşmaya başladığı günden beri coğrafya fark etmeksizin insanın en fazla etkileşim kurduğu sanat alanı sinema olmuştur. Binlerce yıldır kulaktan kulağa aktarılan, kitaplarda okunduğunda hayal edilen masallar, mitos ve hikâyeler tüm etkileyiciliğiyle beyaz perdede hayat bulmuştur. Işıklar kapanıp, projektörün ışığı perdeye vurduğu anda oturduğumuz koltuklardan sinema bizi alıp kurduğu başka evrenlere yolculuğa çıkarır. Hareketin, resmin, müzik, ses ve ışığın baş döndüren kompozisyonları, yetenekli ellerde hayal dünyasının sonsuzluğuyla izleyenleri buluşturur. Beyaz perdenin bizi içene çektiği evrende eninde sonunda kötülükler geride kalır, umutlar cesaret bulur, aşklar filizlenir. Hayal alemlerinde insana yaşama coşkusu ve ilham veren bu eşsiz mecranın artık sonu mu geldi?
Sinema sanatının henüz kendisinin olmasa da, salonlarda izleme kültürünün sonunun gelmiş olabileceği artık elle tutulur bir gerçeklik olarak tartışılıyor. İnsanların sinema filmlerine gösterdiği ilginin azalmasının nedenleri çeşitli yönleriyle araştırılıyor. Sinema izleyici sayılarının ciddi oranda düşmüş olmasının birincil nedeni olarak ekonomik etkenler gösteriliyor. Yaşam şartlarının dünya genelinde pahalanmış olması, insanların kültür ve eğlenceye yönelik harcamalarını kısıtladığı, bundan ilk etkilenen alanın da sinemalar olduğu değerlendiriliyor. Ekonomik kısıtlara, son yıllarda hayatımızın parçası haline gelen dijital platformda film izleme alışkanlığı da eklenince sinemalar kan kaybetmeye devam ediyor.
Salgının etkileri
Sinemaya olan ilginin azalmaya başlaması, pandemiyle ortaya çıkan şartlarla son derece ilişkili görünüyor. Tüm dünyada aynı anda uygulanmaya başlayan pandemi tedbirleri, sinema salonu gibi toplu halde bulunan ortamları yasaklı hale getirmişti. Pandemi süresince sinemalar uzun süre kapılarına kilit vurmak zorunda kaldı. Bu gelişmeler, ilginç biçimde dijital iletişimde bir eşik noktasının aşılacağı varsayımlarının zaten ortada olduğu bir döneme denk geldi. Pandeminin hemen öncesinde insanın sokağa adımını atmadan neredeyse tüm temel ihtiyaçlarını ayağına getiren dijital uygulamalar zaten dolaşıma girmişti. Sosyalleşmenin virütik tehlikeleri, pandeminin polisiye tedbirleri evlerimizde kalmayı zorunlu hale getirmişken dijital platformlar hepimiz için popüler hale geldi. Konunun uzmanları, filmleri ev konforunda izleyebilmenin sinema salonlarına olan ilginin düşmesinde son derece etkili olduğunu ifade ediyor.
Dijital platformların sinemaya olan olumsuz etkisine benzer tartışmalar her eve girmeye başladığı dönemde televizyon için de dile getiriliyordu. Zamanla televizyon yayıncılığı sinemadan farklı, kendine özgü içerikleri ve dinamikleri olan bir mecraya dönüştü. Televizyon izleme alışkanlığının zirvede olduğu kimi dönemlerde sinema salonları tarihin en yüksek gişe oranlarını yaşadı. Televizyon yayıncılığının kendine özgü çerçevesinin belirginleşmesi sinemanın sanatsal konumuna dolaylı açılardan olumlu etkide bulunmuş oldu.
Değişimin getirdiği korku
Toplumsal değişim ve bilimsel gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan yeni imkân ve mecralar, tarih boyunca kimi sanatları yok edeceği tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Asırlar boyunca temel bilim ve sanatlardan sayılmış retoriğin, yazılı nesir ifadelere dönüşmeye başlaması oldukça yadırganmış olmalı. Dante’nin eserlerini Latince yerine ilk defa İtalyanca kaleme alması dönemin Avrupası’nda, bugün anlam vermemiz zor olan şiddetli tepkilere yol açmıştı. Bilim, inanç ve sanatın daha birkaç asırdır birbirinden bağımsız ele alındığı akılda tutulduğunda, matbaanın kullanımıyla sadece yazmacılığın değil bilimsel düşüncenin sona ereceğine inanılmış olması şaşırtıcı gelmeyecektir. Günümüzde oldukça normal karşılasak da kimi düşünceye göre besteci ve icracı ayrımı başladığı günden beri müzik asıl ruhundan uzaktır. Ya da Keats’e göre Newton’un ışığı bir prizmadan geçirerek dalga boylarını tespit etmesiyle gökkuşağının tüm şiirselliği yok olmuş, renkler büyüsünü kaybetmiştir. Tüm bunlara gramofon ya da radyonun müzik sanatı, fotoğraf makinesinin icadı ressamlığı, sinemanın tiyatro, televizyonun ise sinema sanatının sonunu getireceğine inanan tarihsel yaklaşımları örnek verebiliriz.
Yenilikler klasiği güçlendirebilir
Teknik gelişmelerle tarih boyunca ortaya çıkan yeni imkanlar, tehdit ettiğinden endişe edilen sanatların sonunu getirmedi. Varlığını yitireceğine inanılan kimi sanat alanları bu değişimlerde görece sınırlarını daraltarak belki de eskisinden çok daha güçlü biçimde yerlerini sağlamlaştırdı. Ya da kimi alanlar radyo, televizyon aracılığıyla bilinirlik kazanarak, toplumun farklı kesimlerince adeta yeniden keşfedildi. Yeni mecralar klasik sanatlarda bazı yeni alt alanların ortaya çıkmasına imkân sağladı. Örneğin hayal gücüne, izlemekten çok daha fazla yer bırakması nedeniyle radyo tiyatroları, bir tür olarak tiyatro sanatına heyecan verici yeni bir alan kazandırmıştı. Yakın geçmişte şahit olduğumuz, oyun kadrolarında yer almaya başlayan televizyon ünlülerinin tiyatro sanatının ruhuna zarar vereceği tartışmalarında kıdemli aktörlerin endişesine yer olmadığı kısa sürede anlaşılmıştı. Bu ünlüler sayesinde halkın oyunlara olan ilgisi arttığı gibi aktörlük mesleği yeni bir coşku ve enerji kazanmıştı.
Sonu gelen sinema mı? Sinema salonları mı?
Bugün sinemaların sonunu getirmeye başladığına inanılan dijital platformlar, sunum biçimi nedeniyle yeni bir alan gibi görünse de insanoğlu yaklaşık çeyrek asırdır çevrim içi film, video benzeri görselliği izleyebiliyor. Aslında bunun belirli bir sistematikte sunuluyor oluşu da çok yeni değil. Dijital platformların yapımcılığı da üstlenmiş olması, sinema sanatına tehdit olmalarında temel sebep olarak gösterilmesine karşın, bunu gerçekleştirebilecek abone sayılarına ulaşmalarındaki nedenselliği açıklamıyor. Diğer yandan yok olmaya yüz tutan sinema sanatının kendisi mi? Yoksa sinema salonları mı? bunun üzerinde de düşünmek gerekiyor. Kuramsal derinlikte değerlendirdiğimizde yaratıcı eylem, sanat olarak aynı temelde birleşmesine karşın, biçim söz konusu olduğunda farklı türlere ayrışıyor. Sinema ve tiyatro gibi alanların hayata geliş ve izleyenle buluşma yöntemi doğası gereği sanatın diğer alanlarından farklılık gösteriyor. Resim, edebiyat, müzik gibi neredeyse sanatın tüm alanlarını barındıran bu biçimler, bir ekip çalışmasını, bunları bir araya getirebilecek düzeyde bir ekonomiyi ve hepsinden önemlisi teknik olarak buna uygun bir zeminde izleyicinin aktif katılımını zorunlu kılıyor. Dolayısıyla sinema salon işletmelerinin tehdit altında olması bu sanat biçimini doğrudan etkiliyor.
Dijital çokluk
İzleyiciyi sinema salonlarından uzaklaştıran etkenin bu sanatın kendisiyle sınırlı bir değişim veya dönüşümle direkt ilişkili olmadığı anlaşılıyor. İzleyicinin aktif katılımını gerektiren kendine özgü doğası nedeniyle öncü etkilerini sinema sanatında gözlemeye başladığımız çok daha derin bir sorunsal ile karşı karşıya olabiliriz. Sinema sanatını tehdit eden asıl şey, platformlardan öte belki de dijital hale getirdiğimiz yaşamın kendisidir. Her eve girmeye başladığında insan davranışlarını olumsuz yönde etkilemesinden endişe duyulan televizyonlar, artık bedenimizin bir parçası halini almış çevrim içi cihazların yanında son derece masum kalıyor. Daha birkaç on yıl öncesinde, insanın ömrü boyunca deneyimlemesi mümkün olamayacak içerik bombardımana artık bir gün içinde maruz kalıyoruz. Parmağımızın küçük bir hareketiyle ekranda akmaya başlayan, bakmadığımızı sandığımız sonsuz sayıda şeyi zihin katmanlarımızda barındırıyoruz. Daha düne kadar ilgili alanımıza giremeyecek, gidip görmemizin ya da deneyimlememizin anlamsız olduğu tüm şeyleri hafızamıza kazıyoruz. Bunların aksine, sanat eserlerine, anlamayı deneyip, hissetmeye başlayacak kadar artık durup bakmıyoruz. Birkaç cümleden daha uzun metinleri okumaya sabredemiyoruz. Deneyim ve derinlikten yoksun basit cümleleri o an akla uygun geldiği için yaşam mottosu olarak kabul ediyoruz. Klasik bir melodinin birkaç notalık ritmik bölümünü tekrarlayıp duran dijital sesleri yaşamımızın fonu haline getiriyoruz. Uygulama ve filtrelerle oluşturulmuş sahte profilleri gerçek sanıp peşine düşüyoruz. Sosyal medya hesaplarımızda öyle gerçeküstü kimselere dönüştük ki, sahnede veya beyaz perdedeki karakterleri artık ilgi çekici bulmuyoruz. Her şey hakkında fikrimiz olduğu halde, hiçbir şeyi gerçekten deneyimlemiyoruz. Böylece her bir anına katkımız olduğu sanrısında, aslında hiçbirimize ait olmayan bir senaryoda yaşıyoruz.
Sosyal medya sanatın formatını değiştirebilir
Çin yapım şirketleri bir süredir sosyal medya sürelerine uygun film ve dizi çalışmaları yapmaya başladılar. Konunun uzmanları böylesi yapımların yakın gelecekte, uzun metrajlı klasik film ve dizi tekniğinin yerini almaya başlayacağını söylüyor. Benzer sosyal medya içerikleri çoktandır sinema ve televizyon filmlerinden, dizilerden daha fazla izlenme oranlarına ulaşmış durumda. Dijital medya alışkanlıkları sanıldığı gibi sadece sinema sanatına darbe vurmayacak, belki de sanat ve düşünce dünyasına ait tüm üretimler bu gelişmelerden nasibini alacak. Ustalıkla betimlenmiş, doğayı veya insanın iç dünyasını tasvir eden roman ya da benzeri metinler belki de kaleme alınmayacak. Düşünsel ve duygusal derinlikli şiirlere, müziklere yer kalmayacak. İnsan dehasıyla, deneyim ve emeğiyle biçimlenmiş heykeller, resimler belki de hiç yaratılmayacak. Ticari bir ürüne dönüşmesi mümkün görünmeyen bilimsel ve düşünsel araştırmalar, deneyler ve çalışmalar ilgisizlikten yok olacak. Bu yeni dijital dünya, insan için yaşamak anlamına gelen hayal etmeyi, belki de geri dönülmez biçimde bizlerden söküp alacak.