Dolunay May
Sanatın ne için veya kimin için yapıldığı sorusunun cevabını ararken; insan, sanat ve onu ortaya çıkaran toplumsal etmenlerin ne olduğu üzerine düşünmemiz gerekiyor.
Bir sosyal toplulukta herhangi sanat insanına ilk anda yöneltilen sohbet konusu; biraz da alaycı bir ifadeyle: ‘Sanat, sanat için mi? yoksa sanat, halk için midir?’ sorusudur. Bunun kısmen de olsa mizah barındırmasına alışmış çoğu sanat profesyoneli küçük bir gülümsemeyle başka bir konuya geçiş yapar. Kimisi ise çoğumuzun sıkıcı bulacağı detaylı fikirlere hazır bir zemin bulmanın fırsatıyla açıklamalara girişir. Benzeri sohbetlerin genellikle diğer ünlemi ‘Ben sanattan çok anlamam!’ ifadesidir. Sıralamaları değişse de neredeyse birbirinden ayrılmaz bu iki ifade, alışılagelmiş olsa da özünde son derece ilginçtir. İlkinin dikkat çekici yanı; bu sorunun sanat çevrelerinde gerektiği kadar sohbet konusu olmadığı gibi küçümseyici serzenişlere neden olmasıdır. Daha ilk anda ‘sanattan anlamadığını’ ifade etmenin ilginçliği ise, herhangi konuda yetersizliğini kabul etmekte neredeyse her zaman zorlanan insan egosunun daha ilk anda böyle bir teslimiyeti rahatlıkla benimsemesindedir.
Kamuya açık ilk sergi
Sanat, sanat için mi? Halk için mi? sorusunun geçmişi muhtemelen kamuya açık sanat sergilerine dek uzanır. Sanat sergilerinin ilk kez ne zaman ve nerede gerçekleştiğiyle ilgili görüşler muhteliftir. Kimi sanat tarihçi, Fransız tarihçi Jean Rou’nun (1638-1711) kaleme aldığı anılarına dayanarak Paris’teki Resim ve Heykel Kraliyet Akademisi’nde, 1667 tarihinde gerçekleşeni tarihin ilk kamuya açık sergisi olarak görür. Başka bir görüş, belirli bir süreyle ve düzende gerçekleştirilmiş olması nedeniyle İngiliz Kraliyet Akademisi’nin 1760 yılındaki etkinliğini kamuya açık ilk sergi olarak karşılar. Dönemleri göz önüne alındığında belirtilen her iki serginin açık olduğu kamunun, sıradan halktan öte aristokrasiyle sınırlı olduğunu düşünmek yersiz olmayacaktır.
Rönesans ile başlayan ‘sanat’ anlayışı
Fransız İhtilali ve benzer hareketlerin alt yapısı göz önüne alındığında aristokrat yaşam biçimine özgü her şeye olduğu gibi sanat ve sanata erişimin çeşitli tepki ve sorulara yol açmış olması şaşırtıcı olmayacaktır. Duymaya alıştığımız ‘sanat, sanat için mi?’ şeklinde başlayan sorunsal, örtülü olarak ‘sanat, kimlerin beğenisi içindir?’ çerçevesinde, esasında ‘Sanat sadece elit bir kitleye mi yöneliktir?’ şeklinde bir tepkiyi barındırır görünmektedir. Fransız İhtilali gibi halk hareketleri dönemi ve düşüncelerinden uzak olunsa da günümüzde sanatın hâlâ elit ve belirli kesimlerin tekelinde görünmesi için haklı nedenler mevcuttur. Elbette bu düşünceye neden olan anlam ve kavramın Batı düşüncesiyle tesis edilmiş (ve tüm dünyaya kabul ettirilmiş) sanat anlayışı olduğunu belirtmekte fayda var. Bugün yürürlükteki sanat kavrayışı, Batı düşüncesinde Rönesans’tan itibaren başlar. Bu nedenledir ki, örneğin Antik Yunan ve Roma’da gerçekleştiği bilinenler değil de yukarıda belirtilenler sanat tarihi literatüründe kamuya açık ilk sergiler olarak kabul edilir.
Saraylardan plazalara
Rönesans’ta Kilise ve aristokrasinin azamet ve prestij algısına aracılık etme temelinde şekillenen sanat anlayışı, bu amaca yönelik işlevini günümüzde de muhafaza etmektedir. Kiliselerin ürperticiliğe varan azametlerinin yerini günümüzde müzeler, aristokrasi saraylarının göz kamaştırıcılığını ise plazalar devralmış gibidir. Sanat eserleri, girdiğiniz anda özen hissi uyandıran engin steril mekanlarda sergilenir. Sergi açılış daveti denilince çoğumuzun aklına elindeki kadehlerle şık giyimli insanlardan oluşan manzaralar gelir. Uç sınırlardaki lüksün prestij olarak yansıtıldığı ‘kırmızı halı’; sanat etkinlikleriyle özdeşleşmiş bir tanım olarak günlük yaşamımızda yer bulur.
Sanat piyasası
Sanatın, toplumun genelinde geçerli olan bu algısı kendine özgü bir ekonomiyi kaçınılmaz hale getirmiştir. Müzayedelerde el değiştiren sanat eserleri yeryüzünün en pahalı metaları durumundadır. Kimisi sanat eserini bir yatırım aracı görerek alım ve satışıyla kar elde edebilmeyi amaçlar. Daha geniş ve derin perspektiften bakan girişimciler, sahip oldukları eserleri kendi inşa ettikleri merkezlerde ya da bağışladıkları müzelerde sergileyerek, kamuoyunda sınırsız reklam bütçeleriyle bile mümkün olamayacak bir konum kazanacaklarının farkındadır. Genel ve yerel yönetimlerin sanata olan yatırım ve desteği, her ne kadar toplumsal ihtiyacı karşılama görevinin doğal bir parçası gibi görünse de nihayetinde özel kuruluşların amacına paralel motivasyonlar içerir. Dolayısıyla Rönesans’ta kiliselerde başladığı günden beri sanatın kamuoyu algısına yönelik işlevinin çekiciliğinde fazla fark bulunmamaktadır.
Kamunun ilgisi ve otoritelerin tutumu
Kimi yönleriyle ifade ettiğimiz kamuoyu algısına yönelik işlevi, o veya bu şekilde sanatın günlük hayatımızda yer bulmasına imkân sağlar. Farklı toplumsal katmanları bir kenara bırakarak ifade etmek gerekirse oyu talep edilen kamu, halktır. Hedef veya amaç ne olursa olsun izleyicilere, dolayısıyla kamuya açık sunum ve sergilemeler nihayetinde halkla buluşur. O halde kamuoyunun göz ardı edildiği, sınırlı bir kitleye de olsa nihayetinde halkın ilgisine sunulmayacak bir sanat biçimi mümkün olabilir mi? Romanlarını İngilizce‘ye rahatlıkla çevrilebilecek biçimde kaleme alan bir yazarın, dil sorununu olabildiğince en aza indirerek çok daha geniş bir okuyucu kitlesine hitap etmeyi önemsemesi, anlaşılır olduğu kadar, ‘Sanat, halk içindir.’ düşüncesinde takdir toplaması gerekli bir yaklaşımdır. Ama bu düşünce çerçevesinde meydana getirilen eserin sanatsal düzeyinin, edebiyat otoritelerinin olumsuz eleştirilerine maruz kalması oldukça muhtemeldir. Benzer biçimde, bestelenmesiyle çok daha geniş kitlelere ulaşma imkânı kazanmak üzere yazılmış şiirler, film haline gelmeye daha uygun hikayeler, halkın ilgisini çekecek resim veya heykeller gibi örnekler için de aynı durum geçerli olacaktır. O halde otoritelerin, sanatın aslında ‘halk için’ olmadığına inandığı sonucuna mı varmalıyız?
Sanat, insan ve hayat çizgisi
Konunun bizi getirdiği bu nokta, sanatın sunum biçimlerinden öte üretim dinamiklerine, dolayısıyla sanatın ‘ne’ olduğu meselesiyle ilişkilidir. Sorgulamamızın henüz bu aşamasında ulaşmışız gibi görünse de ‘sanat, sanat için mi?’ diye başlayan soru, aslında daha ilk anda sanatın ‘ne’ olduğu üzerine bir sorgudur. Bu sorgulamanın bağlam veya kapsamının farkında olmasak dahi sunduğu şıklar itibarla sanatı tanımlamayı zorunlu kılar. Dolayısıyla ‘sanat; sanat içindir!’ cevabına imkân tanıyan bir soru; kavramın kendi kendisini kavramsallaştırmasını makul görmektedir. Oldukça karmaşık ve anlaşılması gerçekten zor. Nasıl olmasın ki? ‘sanat nedir?’ sorusu; ‘insan nedir?’ sorusuyla neredeyse eş anlamlı ve düşünce sistemlerini sadece meşgul etmekle kalmayan, üzerine inşa edildiği en temel ve kadim mesele durumundadır. Böylesi bir meselenin cevapları üzerine araştırma yapmak, anlamaya çalışmak yorucu ve bu nedenle korkutucu görünür. Belki de çoğumuzun daha ilk adımda sanattan anlamadığını ifade etmesi, bu korkudan kaynaklanır. Korku bir yana, sanatın ‘ne’ olduğunu hiç kimse tam olarak açıklayamaz, tıpkı insanın ‘ne’ olduğunun yanıtlanamayacağı gibi. Yaşamın anlamı ve coşkusunun, insanın ne olduğunu bilmekten öte kendini anbean deneyimlemeyle ortaya çıkması gibi, çerçevesi ve sınırları üzerine düşünmeden sanatı deneyimlemenin coşkusuna kendimizi bırakmak, onu anlamaktaki belki de en doğru yol olacaktır.